top of page
  • Yazarın fotoğrafıMuharrem Kürşat Doğan

Suçun Konusu, Mağdur ve Suçtan Zarar Gören

Suçun Konusu, Mağdur ve Suçtan Zarar Gören


i. Suçun konusu, suçun üzerinde gerçekleştiği kişi veya şeydir. Örneğin hırsızlık suçunda suçun konusu çalınan eşyadır. Mala zarar verme suçunda zarar verilen maldır. Mücevherlerin çalındığı bir olayda hırsızlık suçunun konusu mücevherlerdir. KİÖ suçunun konusu ise yaşayan insandır.

ii. Suçun mağduru, haksızlığa uğrrayan insanı ifade etmektedir. Suçun mağduru ve suçun konusu terimlerini birbirine karıştırmamak gerekir. Mücevherlerin çalınması olayında işlenen hırsızlık suçunun konusu çalınan mücevherler, suçun mağduru ise mücevherlerin sahibidir. Bir otomobilin yakılması olayında, gerçekleşen mala zara verme suçunun konusu yakılan otomobil, suçun mağduru ise otomobilin sahibidir. Suçun konusuyla mağduru nadiren örtüşebilir. Örneğin kasten öldürme suçunda öldürülen insan hem suçun hem de mağdurudur.

iii. Suçtan zarar gören, işlenmiş suç dolayıyla açılan ceza davasına katılma hakkı olan kişiyi ifade etmekte olup bir ceza muhakemesi kavramıdır. Suçun mağduru ile suçtan zarar gören kavramları bir birinden farklı olup, her zaman aynı kişiler değildirler. Nitekim KİÖ suçunda suçun mağduru, hayatını kaybeden kişi olmasına karşılık suçtan zarar gören, ölen kişinin eşi, çocukları gibi yakınlarıdır. Buna karşılık, mala zarar verme suçunda, malın sahibi suçun mağduru ve suçtan zarar görenidir. Suçun maddi unsurları başlığı altında suçtan zarar gören kavramının açıklanmasına gerek bulunmamaktadır.

c. Fiil (=Hareket): Bu başlık altında suçun fiil unsurunun ne olduğu ve fiilin gerçekleşip gerçekleşmediği irdelenmelidir. Öncelikle ceza hukuku bakımından değerlendirme konusu olabilecek bir fiil bulunmalıdır ki tipe uygunluk ve hukuka aykırılık araştırması yapılabilsin. Bir suçun var olabilmesi için en önemli şart bir fiilin varlığıdır. (nullum crimen sine actione). Hareket kavramının ceza hukukunda sınırlandırma, sınıflandırma ve bağlayıcılık fonksiyonları bulunmaktadır. Sınırlandırma fonksiyonu, hareket kavramının ceza hukukunu ilgilendirmeyen, ceza hukuku bakımından önemli olmayan hareketleri, hareket tanımının dışında bırakacak şekilde olması gerektiğini ifade etmektedir. Örneğin, bir kişinin cebir uygulanarak bir imza attırılması gibi mutlak kuvvet altında gerçekleşen davranışlar ceza hukuku anlamında hareket sayılmaz. Sınıflandırma fonksiyonu ise, hareket kavramının ceza hukuku açısından önemli bütün hareketleri (kasıtlı, taksirli, icrai, ihmali) kapsaması gerektiğini ifade eder. Bağlayıcılık fonksiyonu, hareket kavramının tipiklik, hukuka aykırılık gibi nitelendirmeleri kendisine bağlanabilecek nitelikte maddi bir içeriğe sahip olması gereğini ifade etmektedir.

Ceza hukukunda hareketi izah etmek üzere çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teoriler, doğal (nedensel) hareket teorisi, final (gai, amaçcı) hareket teorisi, sosyal hareket teorisi ve kişisel hareket teorisidir. Doğal (Nedensel) hareket teorisine göre, iradi davranışın bulunması yeterlidir. Yani bu iradi davranışın amacının ne olduğunun pek önemi yoktur. Hareket dış

dünyada meydana getirilen değişikliktir. Ancak bu teori özellikle ihmali hareketi tutarlı biçimde izah edememektedir. Final hareket teorisine göre, hareket insanın belli bir amaca yönelik olarak gerçekleştirdiği faaliyettir. Bu teori ise özellikle taksirli suçların izahında yetersiz kalmaktadır. Örneğin, bir hemşire hastaya yanlış bir ilacı içeren iğne yaptığında öldürmek gibi bir amacı yoktur. Sosyal hareket teorisine göre hareket, sosyal bakımdan önem taşıyan davranışlardır. Ancak bu görüşte, hangi hareketlerin sosyal bakımdan önem taşıdığına ilişkin net bir ölçüt ortaya koyamadığı gerekçesiyle eleştirilmektedir. Kişisel hareket teorisine göre ise hareket, kişinin manevi, ruhsal dünyasının bir ifadesi, dışa vurumudur. Bu anlamda, icrai veya ihmali hareket kastlı veya taksirli davranışlar insan kişiliğinin dışa vurumudur. Bu görüş ceza hukukunda hareket kavramına yüklenen her üç işlevi tutarlı bir biçimde izah etmektedir.

i. Bu başlık altında öncelikle incelenen fiilin ceza hukukunda değerlendirme konusu olabilecek bir fiil olup olmadığı irdelenecektir. Örneğin A, B yi iter, itme nedeniyle B, C‟ye çarparak yaralanmasına neden olur. B‟nin ceza hukuku anlamında bir fiili olmadığı için, yaralama suçunun maddi unsuru gerçekleşmemiştir. Olayda bu durumu tespit ettikten sonra, B bakımından suçun manevi, hukuka aykırılık unsurlarının irdelenmesine gerek yoktur.

ii. Hareket yeteneği: Kişinin ceza hukuku anlamında hareket etme yeteneği bulunmalıdır. Hareket yeteneği kusur yeteneğinden farklı bir kavramdır. Örneğin mutlak kuvvet etkisi altında kişinin hareket yeteneği olmadığından böyle bir durumdaki davranış ceza hukuku anlamında hareket sayılmaz. İnsanın mekanik bir araç gibi kullanıldığı mutlak kuvvet (vis absoluta) durumu, epilepsi nöbeti esnasındaki davranışlarda olduğu gibi tümüyle bilinçdışı davrandığı hallerde, hareket yeteneği bulunmamaktadır. Buna karşılık, kusur yeteneği olmayan akıl hastaları veya çocukların hareket yeteneği vardır. Hareket yeteneğine sadece insanlar, gerçek kişiler sahip olup, tüzel kişilerin ceza hukuku anlamında hareket yeteneği yoktur. Bu nedenle tüzel kişiler hakkında ceza yaptırımı uygulanmaz, güvenlik tedbiri uygulanır (TCK m. 20/2).

Bu çerçevede bazı tartışmalı durumlara da değinilmesi gerekir.

a) Refleks davranışları bazen iradi bir şekilde ortaya çıktıklarında ceza hukukunda hareket olarak sayılırlar. Örneğin araç kullanırken yüzüne konan arı konan sürücü, refleks olarak arıyı uzaklaştırmak isterken, direksiyonu bırakıp aracın kontrolünü kaybedip, bir yayaya çarptığı yaraladığı olayda, taksirle yaralamadan sorumlu olur. Buna karşılık salt sinir sisteminin mekanik bir tepkisi olarak ortaya çıktıklarında hareket olarak sayılmazlar. Örneğin vücuda elektrik verilmesi sonucu gösterilen refleks fiil olarak sayılmaz.

b) Otomatik hareketler kişinin belirli bir süre uygulaması nedeniyle öğrendiği fakat yaparken bilinçli bir şekilde düşünmediği davranışlardır. Örneğin, otomobil sürerken frene veya gaz pedalına basmak gibi. Bu tür hareketler yapılırken özel olarak üzerinde düşünülmemekle birlikte kişiliğin bir dışa vurumu olarak kabul edilip, ceza hukuku anlamında hareket sayılır.

c) Öfke gibi hallerde gerçekleştirilen fiiller ceza hukuku anlamında hareket sayılır. Örneğin büyük bir kızgınlıkla aniden başka bir kişinin öldürülmesi. Bu durumlarda hareket yeteneği değil, kusur açısından değerlendirme yapılabilir.

d) Sarhoşluk durumundaki davranışlar da hareket sayılır.

e) Tehdit altında işlenen fiiller kişiliğin dışa vurumu sayılır (vis compulsiva). Bu durumlarda hareket iradi olmakla birlikte bu irade zorlanmış bir irade olduğundan sorun kusur alanında çözümlenir. Örneğin kişinin ölümle tehdit edilerek başkasının evinin yaktırılması. Failin hareketinin ceza hukuku anlamında fiil olduğu açıktır, ancak bu fiilden ötürü kınanıp kınanamayacağı yani kusuru ayrıca incelenmelidir.

f) Uyku hallerinde kişinin yaptığı hareketler de önem arz etmektedir. Örneğin küçük çocuğu ile uyuyan annenin uyku sırasında çocuğun üzerine dönüp, onun havasız kalarak ölümüne sebep olması. Örnekteki uyku durumunda ceza hukuku anlamında hareket yoktur. Ancak annenin uykuya geçmeden önceki dikkatsiz davranışı nedeniyle ceza sorumluluğu gündeme gelecektir.

g) Hipnotik telkin altındaki kişilerin davranışları ceza hukuku anlamında hareket sayılır. Ancak bu durumlarda kişinin kusur yeteneği ayrıca ele alınarak incelenmelidir.

Olayda fiil unsuruna ilişkin olarak herhangi bir sorunun ortaya çıkması halinde yukarıda anlatılanlar dikkate alınarak bir çözüme ulaşılmaya çalışılacaktır. Örneğin bir kimsenin otomobil kullanırken yüzüne konan arıyı uzaklaştırmak için ani bir el hareketi yapması ve bu nedenle başka bir arca çarparak başka bir kimsenin yaralanması olayında, araç sürücüsünün davranışının ceza hukuku anlamında hareket sayılıp sayılmayacağının mutlaka tartışılması gerekir. Şayet olayda bu şekilde tartışmalı bir durum yoksa, örneğin A‟nın B‟ye ait mücevherleri evin kasasından çalması olayında fiil unsuru bakımından şu açıklama yapılmalıdır: Hırsızlık suçunun fiil unsuru taşınabilir bir malın bulunduğu yerden alınmasıdır. A, mücevherlerini kasadan almak suretiyle hırsızlık suçunun fiil unsurunu gerçekleştirmiştir. Ya da, KİÖ suçu bakımından irdeleme yapılan olayda şöyle bir açıklama yapılmalıdır: KİÖ suçu serbest hareketli bir suç olup, ölüm neticesine yönelik her davranış bu unsuru gerçekleştirebilir. Somut olayda A, B’ye tabancayla ateş ederek başından vurmak suretiyle fiil unsurunu gerçekleştirmiştir.

v. Fiil unsuru içerisinde son olarak ihmali suç-icrai suç ayrımına da değinilmelidir. Ceza kanununda yer alan suçlar, esas itibarıyla icrai yani aktif bir hareketle ve kasten gerçekleştirilirler. Buna karşılık ihmali yani belli bir davranışta bulunmama şeklindeki ihmali ve taksirli suçlar istisnai niteliktedir. İcrai ve ihmali suç arasındaki ayrım yasaklayıcı ve emredici hukuk normlarından hareketle ortaya koyulmaktadır: Yasaklayıcı normların, belli bir hareketi yasakladığı hallerde, o hareketin yapılması durumunda icrai suç; buna karşılık, belli bir şekilde hareket etmeyi emreden, emredici normlara aykırı davranarak, emredilen hareketin yapılmaması durumunda ise ihmali suç söz konusudur. Bu nedenle tüm ihmali suçlar, emredici normlara aykırılıklardan meydana gelmektedir. Ancak, ceza hukuku esas olarak yasaklayıcı normlardan oluşmaktadır. Çünkü tehlikeye düşen hukuki değerlerin kişisel girişimler yoluyla korunması, ceza hukuku yaptırımlarının asli görevi değildir durum gerek genel ceza kanununda gerekse yan ceza kanunlarında ihmali suçların düzenlenmesine engel değildir. Önemli olan, ceza hukukunun temel ilkelerine uygun düzenlemelerin yapılmasıdır.

Doktrinde ihmali suçlar, gerçek ve gerçek olmayan (görünüşte) ihmali suçlar şeklinde ele alınmaktadır. Bunlar, kasten veya taksirle işlenebilir. Şayet belli bir suç tipinde icrai davranışta bulunma yükümlülüğünün salt yerine getirilmemesi öngörülmüşse, bu durumda “gerçek ihmali suçlar” söz konusudur. Gerçek ihmali suçların öngörüldüğü özel suç tiplerinde, suçun unsurları ve o suç için hangi yaptırımın uygulanacağı kanunen tarif edilmektedir. Örneğin, kamu adına soruşturma ve kovuşturmayı gerektiren bir suçun işlendiğini göreviyle bağlantılı olarak öğrenip de yetkili makamlara bildirimde bulunulmaması veya bu hususta gecikme gösterilmesi23 (TCK md. 279/1), denetim görevinin ihmali suçunda (TCK md 251) zimmet veya irtikâp suçunun işlenmesine kasten göz yuman kamu görevlisinin, işlenen suçun müşterek faili olarak sorumlu tutulacağı hüküm altına alınmıştır. Bu durumda, kamu görevlisi, zimmet veya irtikâp suçunun işlendiğinden haberdardır ve buna rağmen denetim görevini kasten ihmal etmektedir. Gerçek ihmali suçlara, yaşı veya hastalığı dolayısıyla kendini idare edemeyecek durumda olan ve bu nedenle koruma ve gözetim yükümlülüğü altında bulunan bir kimseyi kendi haline terk edilmesi (TCK md. 97/1), yaşı, hastalığı veya yaralanması dolayısıyla ya da başka bir nedenle kendisini idare edemeyecek durumda olan kimseye yardım edilmemesi veya durumu derhal ilgili makamlara bildirilmemesi (TCK md 98/1), kaybedilmiş olması nedeniyle malikinin zilyedliğinden çıkmış olan ya da hata sonucu ele geçirilen eşyanın, iade edilmemesi veya yetkili mercileri durumdan haberdar edilmemesi (TCK md. 160), bir hukuki ilişkiye dayalı olarak elde edilen eşyanın, esasında suç işlemek suretiyle veya suç işlemek dolayısıyla elde edildiğini öğrenilmesine rağmen, suçu takibe yetkili makamlara vakit geçirmeksizin bildirimde bulunulmaması (TCK md. 166), akıl hastası üzerindeki bakım ve gözetim yükümlülüğünün, başkalarının hayatı, sağlığı veya malvarlığı bakımından tehlikeli olabilecek şekilde ihmal edilmesi (TCK md. 175), inşaat veya yıkım faaliyeti sırasında, insan hayatı veya beden bütünlüğü açısından gerekli olan tedbirlerin alınmaması (TCK md.176), gözetimi altında bulunan hayvanı başkalarının hayatı veya sağlığı bakımından tehlikeli olabilecek şekilde serbest bırakan veya bunların kontrol altına alınmasında ihmal gösterilmesi (TCK md. 177), herkesin gelip geçtiği yerlerde yapılmakta olan işlerden veya bırakılan eşyadan doğan tehlikeyi önlemek için gerekli işaret veya engellerin koyulmaması (TCK md.178), denetim görevini ihmal ederek zimmet veya irtikap suçunun işlenmesine imkan sağlanması (TCK md. 251/2), işlenmekte olan veya işlenmiş olmakla birlikte sebebiyet verdiği neticelerin sınırlandırılması halen mümkün bulunan bir suçun yetkili makamlara bildirilmemesi (TCK md. 278/1, 2). Bu tür suçların gerçek ihmali suç olarak adlandırılmasın nedeni, ilgili suç tipinde hangi ihmalin o suçu oluşturacağı ve ne gibi bir yaptırımla karşılaşılacağının öngörülmüş olması ve son olarak bu tür ihmali suçların karşıtı niteliğinde bir icrai suçun bulunmamasıdır.

Gerçek olmayan ihmali suçlarda ise, kanunda icrai olarak işleneceği öngörülen bir suç bulunmakta, ancak bu suç ihmali bir davranışla işlenmektedir. Örneğin, kasten insan öldürme suçu icrai bir suç olmasına rağmen ancak annenin çocuğunu aç bırakarak öldürmesi olayındaolduğu gibi, ihmali bir davranışla da işlenebilir. Aynı örneği kasten yaralama suçu için de verebiliriz.

TCK‟nın “Kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi” başlıklı 83. maddesinde, “Kişinin yükümlü olduğu belli bir icrai davranışı gerçekleştirmemesi dolayısıyla meydana gelen ölüm neticesinden sorumlu tutulabilmesi için, bu neticenin oluşumuna sebebiyet veren yükümlülük ihmalinin icrai davranışa eşdeğer olması gerekir. İhmali ve icrai davranışın eşdeğer kabul edilebilmesi için, kişinin;

a) Belli bir icrai davranışta bulunmak hususunda kanuni düzenlemelerden veya sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğünün bulunması,

b) Önceden gerçekleştirdiği davranışın başkalarının hayatı ile ilgili olarak tehlikeli bir durum oluşturması, gerekir. Belli bir yükümlülüğün ihmali ile ölüme neden olan kişi hakkında, temel ceza olarak, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmi yıldan yirmibeş yıla kadar, müebbet hapis cezası yerine onbeş yıldan yirmi yıla kadar, diğer hâllerde ise on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunabileceği gibi, cezada indirim de yapılmayabilir.” şeklinde bir hükme yer verilerek eşdeğerlilik ve garantörlüğün koşulları öngörülmüştür. Söz konusu koşullar madde gerekçesinde şöyle açıklanmıştır: “Madde metninde kasten öldürme suçunun ihlâli davranışla işlenmesi düzenlenmiştir. İhmal, kişiye belli bir icraî davranışta bulunma yükümlülüğünün yüklendiği hâllerde, bu yükümlülüğe uygun davranılmamasıdır. Belli bir icraî davranışta bulunma yükümlülüğüne aykırı olarak bu davranışın gerçekleştirilmemesi sonucunda, bir insan ölmüş olabilir. Örneğin, bir sağlık kuruluşunda görev yapan tabip, durumu acil olan bir hastaya müdahale etmez ve sonuçta hasta ölür.

İhmali davranışla sebebiyet verilen ölüm neticesinden dolayı sorumlu tutulabilmek için, neticeyi önlemek hususunda soyut bir ahlâkî yükümlülüğün varlığı yeterli değildir; bu hususta hukukî bir yükümlülüğün varlığı gereklidir.

Neticeyi önleme yükümlülüğü, bazı durumlarda koruma ve gözetim yükümlülüğüne dayanmaktadır. Bu yükümlülüğün kaynağı önce kanundur. Kişilere belli durumlarda belli bir yönde icraî davranışta bulunma konusunda kanunla yükümlülük yüklenmektedir. Örneğin velayet ilişkisinin gereği olarak ana ve babanın çocukları üzerinde koruma ve gözetim yükümlülüğü bulunmaktadır. (22.11.2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu, madde 335 vd.). Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, başlı başına bir haksızlık ifade etmektedir.

Koruma ve gözetim yükümlülüğünün iradî biçimde üstlenilmesi, neticeyi önleme yükümlülüğünün ikinci bir kaynağını oluşturmaktadır. Bir başka ifadeyle, koruma ve gözetim yükümlülüğü, bir sözleşme ilişkisinden kaynaklanabilir.

Bu konudaki üçüncü grubu, öngelen tehlikeli fiilden kaynaklanan neticeyi önleme yükümlülüğü oluşturmaktadır. Örneğin, taksirle bir trafik kazasına neden olan kişi, kaza sonucunda yaralanan kişilerin bir an önce tedavi edilmelerini sağlama konusunda bir yükümlülük altına girmektedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi sonucunda yaralı kişinin ölmesi hâlinde, bu neticeden dolayı kazaya sebebiyet veren kişiyi de sorumlu tutmak gerekir.


Kasten öldürme suçu gibi, kanunî tanımında belli bir fiilin icrasının yanı sıra bir neticeye de unsur olarak yer verilmiş olan suçlarda, söz konusu netice, ihmali bir davranışla da gerçekleştirilebilir. Bu itibarla, bir sağlık kuruluşunda görev yapan tabibin, durumu acil olan bir hastaya müdahale etmemesi sonucunda hastanın ölmesi hâlinde; ihmalî davranışla öldürme suçunun işlendiğini kabul etmek gerekir. Ancak, ihmalî davranışla öldürme suçu, kasten işlenebileceği gibi taksirle de işlenebilir. Belli bir yönde icraî davranışta bulunma yükümlülüğü altında bulunan kişi, bu yükümlülüğün gereği olan icraî davranışta bulunmaması sonucunda bir insanın ölebileceğini öngörmüş ise, olası kastla işlenmiş olan öldürme suçunun oluştuğunu kabul etmek gerekir. Buna karşılık, belli bir yönde icraî davranışta bulunma yükümlülüğü altında bulunan kişi, bu yükümlülüğe aykırı davrandığının bilincinde olduğu hâlde, bunun sonucunda bir insanın ölebileceğini objektif özen yükümlülüğüne aykırı olarak öngörmemiş ise; taksirle işlenmiş öldürme suçundan dolayı sorumlu tutulmak gerekir.

Maddenin ikinci fıkrasında, kasten öldürme suçunun ihmali davranışla işlenmesi hâlinde, suçun icrai davranışla işlenmesine nazaran temel cezada indirim yapılmasına ilişkin olarak mahkemeye takdir yetkisi tanınmıştır.”

TCK‟nın 83. maddesinde öngörülen eşdeğerlilik ve garantörlük koşullarına ilişkin hükümler, kasten yaralama (TCK md. 88/2) ve işkence suçu bakımından da (TCK md. 94/5) geçerli olacaktır.

Söz konusu düzenlemelerin Türk Ceza Kanunu‟nun özel hükümlerinde yer alması nedeniyle, iki soru ortaya atılmıştır. Bunlardan birincisi, taksirli suçlarda ihmal suretiyle icrai davranışın nasıl değerlendirileceği, ikincisi ise ihmal suretiyle icranın sadece belirtilen suçlarla sınırlı olarak uygulanıp uygulanmayacağıdır24. Birinci soru, aslında taksir tanımının yapılmadığı kanunlar bakımından ortaya atılabilir. Buna karşılık Türk Ceza Kanunu‟nda veya yan ceza kanunlarında taksirle işlenebilmesi öngörülen örneğin taksirle öldürme (TCK md. 85), taksirle yaralama (TCK md. 89), taksirli tehlikeye neden olma (TCK md. 171, 180) suçları bakımından TCK‟nın genel hükümlerindeki taksir tanımı geçerlidir. Dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık unsurunu içeren bu tanım ise taksirli suçlarda gerek icrai, gerekse ihmali davranışları kapsar niteliktedir25.

TCK‟daki düzenlemeyle ilgili olarak ortaya atılan ikinci soru ise, garantörlük ve eşdeğerlilik koşullarının öngörüldüğü suç tipleriyle sınırlı olarak uygulanıp uygulanamayacağıdır. İhmali davranışla işlenebilen icrai suçlarda, ihmal ve icranın eşdeğerlilik şartı ile neticeyi önleme yükümlülüğüne (garantörlük) ilişkin olarak 83. maddenin birinci fıkrası, sadece kasten öldürme, yaralama ve işkence bakımından geçerlidir. Bu nedenle bu suçlar dışındaki icrai suçlarda, yorum yoluyla neticeyi engelleme yükümlülüğünden bahisle bu suçların gerçek olmayan ihmali suç olarak kabul edilmesi, kanunilik ilkesine aykırılık oluşturur


bir kısmı, örneğin dolandırıcılık, bazı hile şekillerinde ihmali bir davranışla da işlenebilir veya ihmali davranışla bu suçlara iştirak edilebilir. Ancak bunun dışındaki kişilerin, icrai olarak gerçekleştirilen bir dolandırıcılık suçunun neticesinin önlenmesi yükümlülüğü bulunmamaktadır.

Bu durumlarda yukarıda örneğini verdiğimiz suçu bildirmeme gibi gerçek ihmali suç niteliğinde başka suçlar oluşabilecektir. Bu durumun ise dogmatik açıdan bir sakıncası bulunmamaktadır. Kanun Koyucunun izlediği suç politikası gereğince, eşdeğerlilik koşulu ve neticeyi önleme yükümlülüğünü (garantörlük) kasten öldürme, kasten yaralama ve işkence suçu bakımından öngörülerek bir sınırlandırmaya gidilmiş olup bunun dışındaki hallerde, sadece gerçek ihmali suçların düzenlenmesi tercih edilmiştir.

e. Netice: Bazı suç tiplerinde failin fiilinden, zaman ve mekan olarak ayrılmış bir neticenin gerçekleşmesi öngörülmektedir. Hareketin dışında ayrıca dış dünyada bir neticenin meydana gelmesinin gerektiği bu suçlar, “neticeli suçlar” olarak adlandırılmaktadır. Bu nedenle olayda neticeli bir suç varsa bu başlık konularak açıklama yapılmalıdır. Örneğin, KİÖ suçu bakımından irdeleme yapılan olayda şöyle bir açıklama yapılmalıdır: KİÖ suçunun kanuni tarifinde, fiilin yanı sıra ayrıca ölüm şeklinde bir neticenin meydana gelmesi öngörülmüştür. Olayda B’nin ölümü ile bu unsur gerçekleşmiştir. Yine örneğin kasten yaralama suçu bakımından irdeleme yapılan olayda şöyle bir açıklama yapılmalıdır: Kasten yaralama suçunda netice, kişinin başkasının vücuduna acı veren veya sağlığının yada algılama yeteneğinin bozulmasına neden olmasıdır. Olayda A, B’nin eline sopayla vurmak suretiyle parmağını kırarak, B’nin acı çekmesine ve sağlığının bozulmasına neden olarak, netice unsurunu gerçekleştirmiştir.

f. Nedensellik Bağı: Eğer olayda nedensellik bağı bakımından tartışmalı bir durum yoksa sadece nedensellik bağının bulunduğu belirtilebilir: Örneğin A, B’nin eline sopayla vurmak suretiyle parmağını kırdığı olayda, kasten yaralama suçu bakımından irdeleme yapılırken nedensellik bağı bakımından şöyle bir açıklama yapılmalıdır. Olayda A, B’nin eline sopayla vurmak suretiyle parmağını kırarak B’yi yaralamıştır. A’nın eline sopa vurması fiiliyle B’nin yaralanması neticesi arasında nedensellik bağı vardır.

Buna karşılık nedensellik bağı bakımından tartışmalı bir durum varsa, nedensellik bağının ceza hukukundaki anlamı, işlevi ve bunun tespitindeki görüşlere yer verilerek, bu bilgiler ışığında somut olay tartışılarak bir sonuca varılmalıdır. Böyle bir olayda nedensellik bağının tespiti incelenirken, konuyla ilgili şu açıklamalar yapılmalıdır:

Ceza hukukunda nedensellik bağının tespitinde şart teorisinden yararlanılmaktadır. Bu teoriye göre, neticeyi meydana getiren çok sayıda neden vardır ve bunların tümü netice bakımından nedensellik değeri taşır. Diğer bir deyişle, neticeye neden olan bütün şartlar eşdeğerdedir. Bu nedenle, şart teorisi, şartların eşdeğerliliği teorisi olarak adlandırılmak gerekir

Bu teori kapsamında nedensellik bağının tespitinde esas itibarıyla “Conditio sine qua non”=“Olmazsa Olmazdı” yöntemi kullanılmaktadır. Bu yönteme göre, şayet failin hareketini yok varsaydığımızda, somut olaydaki “netice meydana gelmezdi” diyebiliyorsak, o hareketin nedensellik değeri taşıdığı kabul edilir. Buna karşılık bir hareketi yok varsaydığımızda “netice yinede meydana gelirdi” diyebiliyorsak, o hareketin olaydaki neticeye sebebiyet vermediği

kabul edilir. A‟nın B‟yi göğsünden bıçakladıktan sonra mağdurun hastaneye götürülürken, cankurtaranın kaza yapması sonucu ölmesi olayında; A‟nın, B‟yi bıçaklamasını yok varsaydığımızda, “B cankurtaran ile hastaneye götürülürken ölmeyecekti” diyeceğimize göre, bıçaklama fiili ile ölüm neticesi arasında nedensellik bağının bulunduğu sonucuna varmaktayız. Şart teorisi kapsamında nedensellik bağının bu yöntemle tespit edilmesi genellikle doğru sonuçlar vermekteyse de, bu yöntemin yararsız, bazı durumlarda ise yanıltıcı olduğu ileri sürülmektedir.

Formül yarasızdır çünkü, henüz hareket ile netice arasında nedensellik bağı tespit edilmeden, hareket olmasaydı olaydaki netice meydana gelir miydi gelmez miydi diye sorulmaktadır. Halbuki cevabı aranan soru o hareketin neticeye sebep olup olmadığıdır. Diğer bir deyişle ilkin araştırılması gereken husus olan hareket ile nedensellik bağının bulunup bulunmadığı tespit edilmeden, hareketin olmadığı varsayıldığında netice meydana gelir miydi diye sorulmaktadır. Örneğin, hamile kadınların kullandığı contergan adlı ilacın kullanılmasının, çocukların özürlü doğmasına neden olduğunun iddia edildiği olayda; çocukların özürlü olmasına bu ilacın neden olduğunun bilinebilmesi için, öncelikle ilacın böyle bir etki gösterip göstermediğinin tespit edilmesi gerekir. Eğer bu tespit edilmiş ise bu durumda “ilaç kullanılmasaydı doğan çocuklar özürlü olur muydu” diye sormanın zaten gereği kalmamaktadır. Örnekten de anlaşıldığı üzere, öncelikle araştırılıp tespit edilmesi gereken bir hususun gerçekleştiği varsayılarak, akabinde bu varsayımı doğrulamak için kullanılan “olmazsa olmazdı” formülü, nedensellik bağının tespitinde doğru bir yöntem olmadığı görüşüne biz de iştirak etmekteyiz.

Formül yanılgıya neden olmaktadır. Nitekim varsayımsal nedensellik ve alternatif nedensellik olarak adlandırılan hallerde, “olmazsa olmazdı” formülü hatalı sonuçlara ulaşılmaktadır. Varsayımsal nedensellik bakımından şu örneği verebiliriz: Savaş sırasında A, B‟yi hukuka aykırı olarak kurşuna dizerek öldürmüştür. A, kendisinin ateş edip öldürmeyi reddetmesi durumunda dahi B‟nin aynı şekilde başkası tarafından vurulacağını ileri sürer. Bu halde A, B‟ye “silahla ateş etmeseydi dahi ölüm neticesi meydana gelecekti” denebileceğine göre, olayda nedensellik bağının bulunmadığı gibi hatalı bir sonuca varılacaktır. Alternatif nedensellik bakımından ise şöyle bir örnek verilmektedir: A ve B bir birinden habersiz olarak (birlikte suç işleme kararı olmaksızın!) C‟nin yemeğine ayrı ayrı zehir koyarlar. Gerek A‟nın gerek B‟nin koyduğu zehir tek başına C‟nin ölümünü meydana getirebilecek nitelik ve miktardadır. Bu olayda A “benim zehir koyma hareketim olmasaydı netice meydana gelecekti çünkü B’nin koyduğu zehirle ölecekti” dediğinde ve A da aynı hususu B için ileri sürdüğünde, her ikisinin hareketinin netice bakımından nedensellik değeri taşımadığı gibi hatalı bir sonuca varılacaktır. Halbuki her iki olayda da faillerin hareketlerini neticeye sebep olduğu açıkça ortadadır. Bu gerçek duruma rağmen “olmazsa olmazdı” formülü kullanıldığında gerçek duruma uymayan bir sonuca varılmaktadır.

“Olmazsa Olmazdı” formülüne yönelik bu eleştiriler dolayısıyla, şartların eşdeğerliliği teorisinin “kanuni şart” formülü ile uygulanması öğretide geniş taraftar bulmuştur. Bu formüle göre, kişinin hareketinden sonraki süreçte, bu hareket ile dış dünyada meydana gelen değişiklikler arasında, doğa kanunlarının gereği olarak bir bağlantı bulunmalıdır. Kişinin hareketi ile böyle bir bağlantı içindeki dış dünyadaki bir değişiklik, şayet kanunda öngörülen netice (tipik netice) şeklinde ortaya çıkmışsa, olayda nedensellik bağı vardır. Bu formülde nedensellik bağı, doğa kanunlarının gerekleri esas alınarak tespit edilmektedir. Diğer bir deyişle şüpheli bir durumun olduğu hallerde nedensellik bağının varlığı, “olmazsa olmazdı” gibi bir varsayımsal formüllerle değil, doğa bilimlerinin yöntemleri kullanılarak, kanıtlanmaktadır. Bu nedenle kanuni şart görüşü, nedensellik bağının bulunduğunda kuşku olmayan hallerde örneğin, yukarıdaki varsayımsal nedensellik örneğinde A‟nın B‟yi ateş ederek öldürdüğünü bildiğimize göre, A ateş edip öldürmeseydi dahi B başkası tarafından mutlaka öldürülecekti gibi varsayıma gitmemektedir. Böylece olay hakkında hüküm veren kişi yanılgıya sürüklememektedir. Yine Alternatif nedensellikle ilgili örnekte A‟nın ve B‟nin zehir koyma hareketleri ayrı ayrı C‟nin ölümü bakımından yeterli olduğu doğal bilimler yöntemi tespit ediliyorsa, her iki fail ayrı ayrı tamamlanmış kasten insan öldürme suçundan dolayı sorumlu tutulacaktır. Buna karşılık, verilen zehirlerden hangisinin C‟nin ölümüne neden olduğu tespit edilemiyorsa “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi gereği, A ve B ayrı ayrı KİÖ suçuna teşebbüs dolayısıyla sorumlu tutulacaktır. Eğer doğa bilimlerinin yöntemleriyle, hareketin tipik neticeye sebebiyet vermediği kanıtlanamıyorsa, hakimin sübjektif düşüncesi böyle bir kanıtın yerine geçemez. Nedensellik bağı konusunda, varsayıma dayalı olarak değil doğa kanunlarının gereklerini esas alması ve her olayda tutarlı bir uygulamayı mümkün kılması dolayısıyla şart teorisinin uygulanmasında kanuni şart formülün uygulanmasına ilşkin görüşü benimsemekteyiz.

Belirtmek gerekir ki, bir çok olayda, gerek “olmazsa olmazdı” gerek “kanuni şart” yöntemi uygulandığında aynı sonuçlara varılmaktadır. Ancak olay çözümünde şayet nedensellik bağı konusunda bir değerlendirme yapılacaksa, yukarıda açıkladığımız nedenlerle sadece “olmazsa olmazdı” formülüne ilişkin açıklamalar ve bu bağlamda uygulama yapılması yeterli sayılmayacaktır. Sonuç olarak şayet bir olayda nedensellik bağı konusunda tartışmalı bir durum varsa, önce nedensellik bağının anlam ve işlevine ilişkin açıklamalar yapılıp bu bağlamda şart teorisine değinildikten sonra, gerek “olamazsa olmazdı” formülü gerek “kanuni şart teorisi” ayrı ayrı izah edilip somut olaya uygulanmalıdır.



10 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page